İbrahim YILDIRIM

[email protected]

RUSLAR 93 HARBİNDE TUNA NEHRİNİ ZAYİATSIZ NASIL GEÇTİ?.. OSMANLI DİPLOMASİSİ YAYA KALDI!..

Savaş öncesi önüne gelen onca fırsatı teperek, ülkenin savaş yangınının içine itilmesini seyreden Osmanlı diplomasisi, savaş için elzem olan “kuvvetlerin tasarrufu” kuralına da riayet etmedi. Şöyle ki;

Savaş Öncesi Ruslar, Romanya ile bağımsızlık vaadi üzerine anlaştılar. Osmanlı hariciyesi bu konuda bir şey yapmadı. Böylece, hasım cephesi genişledi. Nitekim Plevne’nin sükûtundan sonra Sırbistan da Osmanlıya karşı savaş açtı.

Romanya Prensliği savaşa kadar Osmanlı’ya bağlı idi. İlk önce gizli bir Bağımsızlık anlaşmalı yapılmalıydı. Osmanlılar buna önem vermeyince bu anlaşmayı Ruslarla yapmış olmaları, karşımızdaki düşmanı artırmaktan başka netice vermedi. Böyle durumlarda aktif bir diplomasi gerekliydi. Bunun eksikliği aleyhimize oldu. Hem muhtemel bir müttefikten olduk hem de hasmımızı çoğalttık. Romenler, hem Ruslara toprakları üzerinden geçit verdi hem de, çağrıya uyarak Plevne’de üzerimize asker gönderdiler. [1]

SERDAR-I EKREM TUNA NEHRİNİ GEÇİŞİNİ SEYRETTİ

24 Nisan’da savaş ilan edildi. 23-24 Nisan gecesi kuvvetli bir Rus müfrezesi Bolgrad’da sınırı geçerek Barboş Köprüsünü tuttu. Bu köprü Seret Nehri üzerinden geçen şimendiferin, Rusya ile Güney Romanya bağlantısını temin eden köprüdür. Nisanın 24’ünde bu müfrezenin süvarisi 70 km.lik uzun bir yürüyüşten sonra köprüye ulaştı ve ertesi günü de piyade ve topçu yetişti ve Osmanlı Donanmasına karşı Seret Nehri’nin ağzı bir torpil hattıyla kesildi.

Tuna Küçük Filosu Kumandanı İngiliz Hobart Paşa, Barboş Köprüsünü tahrip etmek istemişse de, Ruslar önce davrandıklarından bir şey yapamadı. Ruslar haftalarca buradan geçmeye devam ettiler. [2]

Başkumandan Abdülkerim Nadir Paşa, Rusların Tuna’yı geçmeleri ihtimalini kuvvetle tahmin ediyor, fakat elindeki kuvvetle buna engel olmayı imkânsız addediyordu. Bu düşüncesine İstanbul’u da inandırmayı başardı. Padişah Serdar-ı Ekrem Abdülkerim Nadir Paşa’dan aldığı bu yoldaki telgrafı mesnet kabul ederek Sadarete göndererek bir ihtiyat ordusu teşkilini talep ediyor. [3]

Ruslar Ziştovi’de hazırlıklarını tamamlayarak geçmeyi tercih ettikleri yerde Tuna Nehri 800 metre genişliğinde ve akıntısı gayet hızlı ve oldukça derindi. Sağ sahil oldukça dik sol sahili ise ateş altında bulundurmak mümkünken, Osmanlılar bu şartlar altında Rusların Tuna’yı aşmaları karşısında muattal kaldılar. [4]

Osmanlıların bu ataletinden azami istifade eden Ruslar, 27-28 Haziran 1877 den itibaren Tuna’yı geçmeye başladılar. 2 Temmuz 1877 de kullanılabilecek hale getirdikleri 2 yeni köprünün de yapımını tamamlayarak 8. Kolordunun tüm birlikleriyle, takip eden günlerde de 9. 11. Ve 12. Kolorduları da Tuna’yı geçtiler.[5]  9 Temmuza gelindiğinde Bulgaristan’da 130.000 savaşçıya ulaştılar.[6]

Bu beklenmeyen ve ümit edilmeyen kolay başarıdan sonra Çar II. Aleksandr 27 Haziran 1877 günü Tuna’yı geçen askerlerini görmek ve morallerini artırmak maksadıyla kendisi de nehri geçti. Bir süre onlarla konuştuktan sonra tekrar geri döndü. [7]

Hâlbuki daha önce Ruslarla yapılan savaşta Tuna Nehrini geçmek Ruslara çok can kaybına sebebiyet vermişti. Bu nedenle Ruslar, Tuna Nehrini geçmek için 40-50 bin askerini gözden çıkarırken bu geçiş hemen hemen hiç denecek derecede bir Rus kanı akıtmadan gerçekleşmiştir.[8]

Ruslar, Tuna gibi büyük bir engeli kısa sürede geçerek, güneye doğru sarkmaları karşısında 70 yaşındaki Serdar-ı Ekrem Abdülkerim Nadir Paşa’nın aktif davranmayıp aksine “ Şimdiki halde bizce alınacak önlem düşmanın hareketini beklemektir” şeklinde mütalaada bulunuyordu.

Kendi kuvvetlerinin düşmanı durdurmaya gücünün yetmeyeceğine inanıyordu. Abdülkerim Nadir Paşa’nın, Rusların Tuna’yı geçmelerini durdurmanın mümkün olmadığı fikrine İstanbul da muvafakat etti. Sultan Abdülhamid’in Babıali’ye gönderdiği irade şöyledir:

Şimdi Serdar-ı Ekrem’den aldığım telgrafa göre, Rusların Tuna’yı geçmek için hazırlanmakta oldukları anlaşılıyor. Tuna Savunma hattındaki kıtalar ancak savunmaya tahsis edilmişlerdi. Meydan muharebesi vermek, düşman ordusunun memleket içinde ilerlemesini durdurmak, asıl kuvvetlerine karşı durmak ve ric’at hatlarını tehdit etmek üzere mümkün olduğu takdirde bir ihtiyat ordusunun teşkili gerekir[9]

Rusların Osmanlı orduları karşısında önce Barboş Köprüsünden arkasından yaptıkları iki köprüden haftalarca büyük Tuna’yı rahatça geçmelerinin sebebi; Serdar-ı Ekrem Abdülkerim Nadir Paşa’nın kumandanlık iktidarına malik olmamasında aramak gerekiyor. Rusların Tuna’yı geçmek hazırlığında olduklarını anladığı halde, adeta seyirci kalması affedilir bir hata değildir. Gerçi Tuna’nın boylu boyunca savunulması mümkün değilse de, Tuna’yı nereden geçmişlerse oraya asker sevk ederek süratle üzerine atılıp mağlup etmek mümkündür.

Bir başkumandan başarısızlığı kabullenmişse muzaffer olabilir mi? Hayret ve üzüntü verici olanı da Abdülkerim Nadir Paşa’nın İstanbul’a yazdığı rapor padişahça da muvafık görüldü. Henüz harbin başında hiç mağlup olmamış bir ordu Tuna’yı geçmek isteyen Rus ordusuna karşı hiç savaşamayacak bir halde olduğu kabul edilirse harbe devam edilebilir mi?

Gerçekte Rusların Tuna’dan geçeceğini takdir eden Başkumandan, Rusları buradan geçirmemeye ve geçen kuvvetleri imhaya karar verseydi, bunu başarırdı. Geriden takviye asker getirterek, Tuna’yı geçen düşmanın üstüne atılmasını emredecekti.

Bunları yapmasa dahi Rus ordusu mahvedilebilirdi. Rusların geçişi haber alınır alınmaz Rusçuk, Niğbolu ve Tırnova’da bulunan kuvvetler Ziştovi’ye ilerleselerdi, Haziran’ın 30 ‘una kadar nehri geçen 55.000 askerini nehre atmak mümkündü. Kıla-i Erbaa ve Vidin’de bulunan ordular zaman geçirmeksizin Ziştovi istikametine yürütülseydi, ayın 3 veya 4’ünde yetişirlerdi ki Rusların iki misli bir kuvvetle bir meydan savaşı yapılabilirdi.

Hatta Rusların bütün kuvvetlerini geçirdiklerinde 130.000 kişilik ordusuna dahi saldırılsaydı da muvaffakiyet mümkündü.[10]

Şimdi Seryaver Mehmed Emin Paşa ile birlikte, Balkan cephesini teftiş etmekte olan Yüzbaşı Faik’in 1878 Temmuzunda Fevkalâde Mahkeme-i Divani Örfi’ye sunduğu hatıratından ilgili bölümü arz edeyim. Serdar-ı Ekrem tayin edilen yetmişlik Abdülkerim Nadir Paşa’nın halini pek net anlatır. Daha sonra bu Paşa azledilmişse de buna ba’de harab’ül Basra (Basar harap olduktan sonra) demek lazım. :

Akşam saat 12 raddelerinde Serasker Redif Paşa, Müşir Namık Paşa ve bizim Seryâver Mehmed Emin Paşa, Serdar Abdi Paşa’nın çadırında birlikte oturdukları görüldü.

Artık bunların Rusyalı ile çarpışmak için plan tertibi için olağanüstü müzâkerelerde bulunduklarından başka bir şey tahayyül olunamıyordu. Saat 01.00 raddelerinde Serdarın sofracıları çadırları gezip Erkân-ı Ordu ile beraber bizleri de yemeğe davet ettiler.

Bu ordugâhın ortasında tahminen kırk metre boyunda ve yirmi metre eninde inşa ve dolunca ortasına bir sofra konulmuş bir yemekhaneye girdik. Bu sofranın muhtelif yerlerine gayet nefis doldurulmuş kuzular ve sâir tertibiye mükellef bir akşam yemeği hazırlanmış idi. Yemekten sonra elimizi yıkar iken Seryaver Paşa’dan muharebe için bir hayır haber olup olmadığını sordum. Henüz geldiğimiz vapurdan ve Varna’da Mısırlı Hasan Paşa’nın yemek çadırının ve sofrasının mükemmeliyetinden ve kuzunun çeşitli suretle pişirilmesi ve sâir yemeklerin hazırlanmasından başka bir şey konuşulmadığını söyledi. Bizi ayrı ayrı çadırlara misafir etmişler. Her türlü istirahat imkânlarını temin etmişler idi.

Seher vakti çadırıma bir Çavuş geldi. Çay içmek için Seryâver’in çadırına gelmemi emreylediklerini tebliğ etti. Paşa’nın nezdine vardığımda usul üzere icap eden iltifattan sonra bir çeyrek saat geçtiği halde yörenin ahvâline dair hiçbir şey söylemediğini, fakat lisan-ı hâlinden müteessir olduğunu gördüm. Paşa’nın zaten az söz söylediğini bilir isem de hiçbir şey söylememesi bütün bütün merakımı mucip oldu. Söze girmek için latife kabilinden, “Anadolu’da Kars civarında bir köyde yediğimiz kuzu ile akşamki yediğimiz kuzunun birbirine mukayese edilemeyeceğinden ” bahse girişmek istediğimde aramızda şöyle konuşma geçti.

Seryâver Paşa: -“ Böyle havâi şeyleri bırak. Şimdi ağlayacağımız bir zamandır. Haydi konuşalım. Bize vermiş oldukları talimat [41] ilk önce Rusyalının öbür cihete geçirilmesi içi yapılmış ve yahut yapılacak tertibat ve planın teferruatıyla bildirilmesi, ondan sonra mevkileri dolaşıp noksanlıkların bildirilmesi ve saire!

Ben:-“ Efendim işte bu boş çadırların delâletiyle Ahmed Eyüp Paşa oldukça kuvvetli bir kolordu ile Rusya üzerine hareket etmiş olduğu, tabii Rusçuk’ta bulunan askerî kuvvetin bunlara iltihakıyla bu kuvvet bir kat daha takviye edileceği ve Rusya bütün ordularını bir anda Tuna’nın beri cihetine geçirmeyeceğinden Allah’ın izniyle muvaffakiyetimizi ümit ettiğimizi ve bu konudaki tertibatta tabii bu gece yemekten sonra Paşalar hazerâtı arasında mevzu ve müzakereye konulduğu sebebinden, işte bu gün bunları telgrafla yazar bildiririz!”

-“Neyi yazarız?”

-“Dün akşamki Paşalar hazeratının müzakere ile vermiş oldukları kararı!”

-“Oğlum! Ben de o nefis yemeğin buharı Paşalar hazeratının soylarının hamiyetini tahrik ederek bir şeye karar vereceklerini ve işe cidden sarılacaklarını zannederek büyük bir hevesle elimi yıkadım. Bulundukları çadıra koştum. Müzakere olunan fikirler, cereyan eden sözler yazmağa değil şöyle bir zamanda dinlemeye bile lâyık değil!”

-“Malum-i âlileridir ki, umumi planını tertip etmiş, harbin icap ettireceği ufak tefek değişikliklerin icrası için genel harekâtı gözetmekte olan bir kumandanın zihnini karıştırmak veya kendisini sıkıntıya sokmamak için, Paşalar hazerâtı izah yollu olmayarak eflâk-ı mukaddesâtla iş görüşmüşlerdir.”

-“İş böyle de değil!”

-“Hamiyetiniz herkesçe kabul edilmiştir. Anlıyorum ki hemen buraya gelişimizle Rusyalının Tuna’ya dökülerek kaçtığını Saray-ı Hümâyuna bildirmek arzusunda iken, işin tehiriyle muzdarip oluyorsunuz. Üzerine giden askerî kuvvetler, Rusyalıyla [42] karşılaşmışlar mı?”

-“O da malum değil! Hatta nerede bulundukları da!”

-“Tabi Ahmed Eyüp Paşa’dan gelen telgraflar okunmuştur.”

-“Ondan da bahis yok!”

-“Efendim muharebeden hiç demi bahis yok?”

-“Evet! Var. Bak! Olduğu gibice nakledeyim de ne yapmak lazım geleceğini sen de düşün! Kahveler içilinceye kadar herkez bir birine dargın gibi zaman geçti. Uşaklar kahve fincanlarını alıp çıktıktan sonra Namık Paşa söze başladı:

-“Mevlâna! Rusyalı Ziştovi’den geçti diyorlar!..

Cevaben Abdi Paşa: -“Geçer a!..” Namık  Paşa:

-“Önüne geçilmez, yan taraftan vurulmaz ise Allah korusun ileriye gider. Hâlbuki ikinci müdafaa hattımız olup, Mekteb-i Harbiyede okunan “Askerî Coğrafya”da bir “sedd-i sedîd-i İskender”  denilen Balkan Hattı birçok mahallerinden geçilmeye müsaittir. Bulgarlar, Rusyalının rehberi ve hizmetkârı bulunduklarından ufak tefek arızaların tesviyesi az zamanda kâbil olduğundan Allah korusun buradan da geçer!”

Serdar:

- “Geçer â!..” Namık Paşa:

Efendim Balkan’ın arka cihetinde Rusya’ya karşı gelecek bir askerî kuvvetimiz bulunmadığından İstanbul’a kadar da gider!”

Serdar: “Gider â!..” dedikten sonra gerçi kendisi başıbozuk ise de bir Yüzbaşı forması giymiş, küçükten beri hayvana binmekte olduğundan, hayvan üzerinde durmağa iyice alışmış Fuad Paşa torunu İzzet Bey ile bir de taburlardan birinin Kolağası Deli Ali Bey var imiş. İzzet Bey’in Arap atıyla Ali Bey’in Rumeli beygirinin kendileri üzerlerinde oldukları halde yarıştırılmasına karar vermişler. Kum tabiyeden salıverildiği zaman Arap atı hemen yüz metre kadar ileride bulunarak geldiklerini ve yarışın son noktası olan kendi çadırına beş yüz metre kala Ali Bey, bindiği Rumeli beygirine bir kamçı vurmasıyla Arap atından elli metre kadar önde, yarışı bitirdiğini büyük bir özenle anlattı. Mesafe ve hayvanların cinsleri hakkındaki konular, yatmak zamanına kadar uzadı durdu. Bugün sabah yemekten sonra galiba bu mesâfeyi adımlamak [43] suretiyle ölçeceğiz.”

İşte Paşalarımızın müzâkereleri…  Tertibâtı… İcraatı… Hâlbuki Saray-ı Hümayun bizden günlük olayların, her gün bildirilmesini bekler.  Böyle şeyler yazılır mı?”

-“Kâle almaya layık olmayan bir şey tabii kaleme de alınamaz.”

-“Cidden, vicdanen muzdarîbim!..”

-“Efendim Ordunun Erkân-ı Harp Reisi veyahut bir cihet kumandanı, değilsiniz ki!..  Hâlbuki dün akşam yemeğinde görmediniz mi? Erkân-ı Harp Reisi Mösyö Necip Paşa, alafranga olmak için pilavı evvel yemek filan gibi sözleri tam bir neşeyle bahsedip duruyordu. Elbette bunlarca bir başarı ümidi var ki böyle mutlu bulunuyorlar.”

-“Hâricen böyle bir başarı ümidi için istihbârâtın var mı?”

-“Nereden olacak? Serasker yâverleri beni göz hapsine aldılar! Sizin müzâkerelerden daha beter laklâkiyat ile zaman geçiriyoruz.”

-“Fesübhânallah!.. Bizi getiren vapurun yaktığı kömür ve sair masraflar, şimendiferinden tahsisatımın ücreti ve her birimize verilen harcırahlar!.. Biz bir iş göremedikten sonra bu mesârife yazık değil mi?”

-“Bizim vazifemiz gördüğümüzü yazmaktır. Bugün şu gördüğümüz boş çadırlardan fikir yürüterek Ahmed Eyüp Paşa’nın bir askerî kuvvetle Rusya üzerine hareket etmiş olduğunu yazarız. Bir iki gün daha bekler buraca bir habere rastlamazsak, buradan hareketle Rusçuk’a ve oradan Ahmed Eyüp Paşa ordugâhına gideriz. Oralardaki gördüklerimizi de yazar, İstanbul’a dönüş için emre hazır oluruz.”

-“Artık vazifemiz bitmiş olacak, öyle mi?”

-“Öyle değil mi ya, efendim?”

-“Hayır, öyle değil! Ben evvelce bu orduda erkân-ı harp başkanlığı yaptım. Bu havaliyi pek iyi tanırım. Balkanlar [44] için Namık Paşa’nın dediği sözler doğrudur. İş, birbirinin aynasıdır. Anadolu’da gördüklerimiz hep noksan. Noksan değil mi?

-“Burada noksanın giderilmesi kolay. Karadeniz elimizde. Varna’dan şimendifer mükemmel işliyor. Hiçbir şekilde Anadolu’yla makayese olamaz.”

-“Evet ama!  Şimendifer cephane ve sair levâzımı merkezlere kadar getirir. Savaş meydanında, savaşan taburlara ne ile yetiştirilecek?”

-“Efendim mekkârileri yok mu ya?”

-“İşte şüphem burada değil mi? Anadoludan dönüşte savaştan önce “Kırmızı götlü mum yakarız. Mamelekimizi[11] bu uğurda sarf ederiz[12] diyen İstanbul zenginleri ve büyüklerini elbet gördük. At, araba, zevk ve sefalarında berdevam. Büyük bir himmet sarf ve cümleten el birliğiyle gayret edilmedikçe bir şey olamaz! Böyle bir himmet gösterilse de her şeyi noksan olan orduların teçhizi için zamana ihtiyaç var. Senin de boş çadırlardan hareketle Ahmed Eyüp Paşa’nın hareketini yaz da bari Saraydan yakamızı kurtaralım.”

Seryâver Paşa’nın emirleri gereği telgrafı şifre olarak hazırlayıp, telgrafhaneye götürdüm.[13]


 

[1] Mehmed Hulûsi, Niçin Mağlup Olduk?1877-78 Osmanlı Rus Seferi Avrupa Cephesindeki Harekât

Sancakçıyan Matbaası, İst-1326 sh:22-23

[2] Mehmed Hulûsi, a.g.e. sh: 37

[3] Mehmed Hulûsi,a.g.e sh: 43

[4] Mehmed Hulûsi,a.g.e sh: 44

[5] H. Hikmet Süer, 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi Rumeli Cephesi, Gnl Kurmay Basımevi Ankara-1993 sh: 105

[6] Mehmed Hulûsi, ,a.g.e sh: 46

[7] H.Hikmet Süer,a.g.e.sh: 104

[8] H. Hikmet Süer, a.g.e sh: 144

[9] Mehmed Hulûsi a.g.e sh: 43

[10] Mehmed Hulûsi a.g.e sh: 47-49

[11] Malımızı mülkümüzü

[12] 18 Ocak 1877 de Bâbıâli’de Genel bir Meclis toplanıp da savaş konusu görüşüldüğünde, Devlet Şûrası üyelerinden Rıfat Paşazade Rauf Bey; ”Abayı giymeli, kırmızı dipli mum yakmalı, her şeyi feda etmeli, bu teklifleri kabul etmemeli” demişti. ( Mahmud Celaleddin Paşa, Mir’at-ı Hakikat, Hz. İsmet Miroğlu, sh: 219)

[13] Yüzbaşı Faik, 93 Harbi Teftiş Raporu, Haz. İbrahim Yıldırım G. Matbu eser sh: 40-44