İbrahim YILDIRIM

[email protected]

SULTAN V. MURAD – ÇIRAĞAN SARAYINDA 28 YIL

Sultan Abdülaziz, 30 Mayıs 1876 da Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi’nin fetvasıyla hal’ edilmişti. Hal’ gerekçesinde kendisinde olmadığı halde “muhtel’iş-şuur” ( şuuru bozuk- deli) denmişti.

Takdire bakınız ki, yerine tahta çıkarılan Sultan V. Murad, darbenin heyecanı ve darbenin 6. gününde, sabık hakan Abdülaziz’in intiharının buna ilavesiyle kendisinde delilik emareleri görülmeye başlar.

Bu hal üzere olduğundan, kılıç alayı yapılamaz. Hatta Cuma selamlığına da çıkılamaz. Halka yeni Padişahın sırtında çıban çıktığı için, Cuma selamlığına çıkamadığı ilan edilir. Yeni Sultanın halinin düzelemediği görülünce de, aynı Şeyhülislam bunun hakkında da bir hal’ fetvası verir. Gerekçesinde “Cünûn-i mutbik” (Tedaviye cevap vermeyen delilik) nedeniyle hal’ edilir.

Tahta çıktığı 30 Mayıs 1876 ‘dan hal edildiği 31 Ağustos 1876 ya kadar 93 gün padişahlık yapmıştır.

Hicri 1293 senesi olduğu dikkate alınarak, hakkında;

“Doksan üçte, doksan üç gün padişah-ı Mülk olup
Göçtü matemgâhına, Sultan Murâd-ı nâ-Murad”
denilmiştir.

II. Abdülhamid’in tahta çıktığı 31 Ağustos 1876 gün aynı zamanda, Sultan V. Murad’ın, vefat ettiği 29 Ağustos 1904 e kadar fasılasız 28 sene sürecek Çırağan Sarayı’ndaki hapis hayatı başlamıştır.

Sultan Abdülmecid’in oğulları olan V. Murad, II. Abdülhamid, Mehmet Reşad ve Vahdeddin arka arkaya tahta çıkmışlardır. II. Abdülhamid, 28 sene Çırağan Sarayı’na hapsettiği ağabeyi V. Murad’ı bir kez olsun ziyaret ettiği görülmemiştir. İçeride 80 kişilik maiyetiyle bu Saray onun hapishanesiydi. Bilhassa Çırağan Baskını olarak da bilinen Ali Suavi’nin 20 Mayıs 1878 deki, V. Murad’ı tekrar tahta çıkartma teşebbüsünden sonra, sarayın kapıları iyice yüksek demirli kapılarla muhkem hale getirtilmişti. Gerek kara gerek deniz taraflarına çifte nöbetçiler dikilmiş, dış kapılar tamamen kapatılmış, koltuk kapısından giriş çıkışlar, Arnavut tüfekçilerin koruması altına alınmıştı.

Esasen sarayın erkekler tarafında hemen hemen kimseler kalmamıştı. Yıldız Sarayından vazife ile gelenlerden ve padişah iradesiyle gönderilen doktorlardan başka kimse saraya giremezdi. Önemli ve gerekli bir zorunlulukla dışarıya çıkan harem ağaları, bahçıvanlar sivil polisler, zaptiyeler ve saray hafiyeleri tarafından takip edilirlerdi.

Saray doktorlarından Rıfat Paşa, V. Murad ve haremini muayene eder ve ilaçlarını verirdi. Çok vicdanlı ve babacan bir adam olan Doktor Rıfat Paşa, günün birinde, şehzade Selahaddin Efendi’yi kenara çekmiş ve:

-“Efendi hazretleri!.. Ben yaşlı bir adamım. Olur ki bana bir hal olur. Yahut Hünkârın aklına eser benim yerime bir başkasını gönderir. Her doktor benim gibi canla başla bakmaz. Pederiniz büyük bir dikkatle bakılmaya muhtaçtır. Fakat herkese emniyet edilemez. Onun için geliniz size biraz doktorluk öğreteyim. Günün birinde başınız sıkışırsa istifade edersiniz” demiş.

Selahaddin Efendi, bu teklifi memnuniyetle kabul etmiş. Aralarında kararlaştırmışlar, Selahaddin Efendi’ye bir hastalık uydurmuşlar.

Bunun üzerine Rıfat Paşa sık sık saraya gelmeye başladı. Her gelişinde, hastaların muayeneleri bittikten sonra bir odaya kapanıyorlar, çalışıyorlardı. Rıfat Paşa icap eden şeyleri, Efendi’ye not ettiriyordu. Efendi de geceleri bunları oturup ezberliyordu.

Selahaddin Efendi’nin böylece doktorluk öğrenmesi, oldukça mühim faydalar sağlamıştı. Hatta öyle bir gün gelmişti ki, babası Sultan Murad’ı bile bir müddet Selahaddin Efendi tedavi etmişti.

Su yolları tamamen örülmüştü. Hatta bu yüzden saraya gelen bol suların bir kısmı bile kesilmişti. Aynı zamanda deniz tarafında bulunan pencere ve balkonların bir kısmı da açılamaz hale getirilmişti.

Kara tarafından Çırağan üzerinde kuş bile uçurulmuyordu. Deniz tarafından ise bütün kayıklar, gemiler, vapurlar gayet açıktan geçiyordu.

Sultan Murad ve haremi bu şekilde toplumdan izole bir halde yaşamak mecburiyetindeydiler.

 

VANLI MEHMED’İN FECİ AKIBETİ

Saray memuru unvanını taşıyan Mehmet Ağa sarayda yapmadık zulüm bırakmıyordu.

Bir gün iki daire arasındaki küçük bahçeden geçerken gözüne bir kâğıt ilişmiş. Bu kâğıdı sokaktan ve duvarın üstünden içeriye atılmış bir mektup zannetmiş. Yazılanlar, yağmur ve güneşten silinmiş artık okunamaz hâle gelmiş olan bu kâğıtta sadece Hasan imzası okunabilmekte imiş.

Mehmet Ağa hemen hademeleri ve tablakârları[1] birer birer sorgudan geçirmiş. Kâğıdı herkese göstermiş. Tabiidir ki hepsi de:

-“Bilmiyoruz, bizim işimiz değil” demişler.

Bu arada tablakârlardan adı Hasan olan birisi, gülümsemiş mi yoksa şüpheli bir harekette mi bulunmuş her ne hal ise Mehmet Ağa’nın dikkatini çekmiş. Derhal bu adamın yakasına yapışmış:

-“Bu mektup senin. Söyle bakalım kime yazdın? Neler yazdın?” diye dayağa başlamış…

Zavallı adamcağızın kırılmadık kemiğini bırakmamış. Bununda da yetinmeyerek biçareyi baş aşağı asmış. Bunu bize harem ağaları anlattılar ve hepimizi hüngür hüngür ağlattılar.[2]

Mehmet Ağa işi azıttıkça azıtmış, sarayda adeta müstakil bir hükümdar halini almıştı. Vuruyor, kırıyor, kesiyor, biçiyor, Baş musahip Cevher Ağa’nın korkusundan hiç kimse ses çıkaramıyordu.

Saray tablakârları, muayyen zamanlarda harem ağalarıyla beraber harem taşlığına kadar girerler; yemekleri oraya kadar getirirlerdi. Bu âdetti.. Mehmet Ağa bunu da yasaklamıştı.
-“Yemekler orta kapının önüne bırakılacak. Kızlar gelsinler, orada alsınlar” demişti.

Artık tablakârlar yemekleri oraya bırakıyorlar, oradan da gidip kızlar alıyorlardı. Kızların yemek aldığı sırada Mehmet Ağa da orada bulunuyor, yapmadık kepazelik bırakmıyordu. Bu hal hepimizin haysiyet ve gururunu incitiyordu. Nihayet Valide Kadın efendiye şikâyet ettik.

 

[1] TABLAKÂR: Mutfaktan yemek tablasını getirip götürenler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Sarayda yemekler tabla ile götürüldüğü için bununla yemek götürüp getirenlere bu ad verilmişti. Konaklarda da bu vazifeyi görenlere «tablakâr» denilirdi.

Esnafın sokakta tabla ile öteberi nakleden, satan yanaşmalarına da « tablakâr” denir.

Helvacıca tablakâr lâzım

Ol kâre de iktidar lâzım

Ziya Paşa
Mehmet Zeki Pakalın. Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri sözlüğü III. Cilt sh: 371

[2] Ziya Şakir, bilahare görüştüğü ve adını saklı tuttuğu gözdelerden birisinin anlattıklarını naklediyor.

 

-“Biz bu yemekleri ne alırız, ne de yeriz. Bu şartlar altında yemek alıp yemektense acımızdan ölmeye razıyız” dedik.

Kadın Efendi, derhal Cevher Ağa’ya selam gönderdi. Onu saraya getirtti. Meseleyi nakletti. İçeri giren tablakârlar, Efendimizi görmemek şartıyla yemek tablalarının harem kapısına kadar nakline müsaade edildi.

Bir gün içeriye yemek getiriliyordu. Tablakârlar arka arkaya bir sıraya dizilmişlerdi. Başlarında Mehmet Ağa da bulunuyordu. Harem ağaları da:

-“Destur!.. Destur!..” diye seslenerek önde gidiyorlardı.

Tam o sırada da Efendimiz iç bahçeden saraya geliyordu. Tablakârlar birdenbire Efendimizle karşılaştılar. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Zavallı adamlar o kadar korkmuşlardı ki, bazıları başlarındaki o koca yemek tablalarını atarak kaçacak gibi birer hal almışlardı.

Mehmet Ağa’nın şerir ve mütehakkim sesi derhal yükselmişti:

-“Arkanızı dönün. Başınızı çevirin.”

Bu vaziyetten efendimiz son derece sıkılmıştı. Hemen adımlarını sıklaştırarak içeri girmişti.

Yemekler hareme teslim edilerek geri dönüldükten sonra, Mehmet Ağa bütün tablakarları divana çekmiş:

-“Eğer Murat Efendi’yi gördüğünüzü bir kimseye söylerseniz, hepinizi Fizan çöllerine sürdürürüm. Yalnız sürülmekle kalsanız bir şey değil. Sizi yollarda aç bıraktırır, kırbaçlar altında çürüttürürüm” diye tembih etmiş.

 Bir gün sokaktan bir kaz sürüsü geçiyormuş. Bunları da bir çoban güdüyormuş. Kazlar nasılsa bir birinden ürkmüşler, uçuşmaya başlamışlar. Bazıları da duvardan aşarak saray bahçesine konmuşlar. Orada büyük havuzu görerek suya dalmışlar, neşeli neşeli yüzerek çırpınmaya başlamışlar.

Mehmet Ağa bunu görür görmez eline bir baston alarak sokağa fırlamış. Zavallı kaz çobanının dayaktan pestilini çıkarmış. Ondan sonra da biçarenin ellerini arkasına bağlatarak:

-“Bu herif kazları kasten bahçeye uçurdu. Bundan maksat nedir? Karakolda söyletilsin” diye Beşiktaş Karakoluna göndermiş. 

İş bununla bitmiş mesele kapanmış mı? Hayır. Mehmet Ağa içeri girmiş. Eline uzun bir sopa almış. Havuzda neşe ve sevinçten çırpınan kazları o sopa ile vura vura öldürmeye başlamış.

Bu kadar mı?

Hayır. Dahası var. Evvela kazların kanatlarının altını, tüylerinin arasını aramış. Zavallı hayvanların birer birer karınlarını yardırmış. Boğazlarında ve kursaklarında bir kâğıt bulunup bulunmadığını muayeneden sora hepsini denize attırmış.

Bu adamdan çekmediğimiz kalmamıştı. Hatta o derecede ki sonradan haber aldığımıza göre yemeklerimizi, kurban bayramlarında adet olduğu üzere hepimize ayrı birer kavanoz içinde gönderilen kavurma, reçel vesaire yiyeceklerimizi bile çalar satarmış.

Şimdi size garip bir olaydan bahsedeceğim. Buna isterseniz gülüp geçiniz. İsterseniz manevi bir kuvvetin tesirine atfediniz.

Biz saray halkı ellerimizi açar:

“Hey Allah’ım!.. Şu herifi öyle bir hale getir ki, bizi bıraksın da kendi derdine düşsün” diye yana yakıla dua ederdik.

Aradan çok geçmedi. Bu herifin kulağına bir sinek kaçtı. Hakikaten bizi unuttu. Saray doktorlarından başka hekim hekim dolaşmaya başladı. Günlerce sarayın semtine bile uğramadı.

Bir gün harem ağaları geldiler. Müjde getirdiler. Meğer hekimlerin hiç biri o sineği kulağından çıkaramamışlar. Öyle bir hal almış ki kendisini yerden yere atmaya, kafasını duvarlara çarpmaya başlamış. Nihayet birkaç gün sonra beyninden bir damar çatlamış. Feci bir ölümle gözlerini kapamış.

Hiç kimsenin ölümüne sevinilmez. Fakat ne yalan söyleyeyim; bu adamın öldüğünü haber aldığımız gün, odalarımızda adeta düğün bayram yaptık.

 

İBRETLİK BİR BAŞKA OLAY

 

Ölen Vanlı Mehmet Ağa’nın yerine Beşir Ağa tayin edildi. Beşir Ağa, Ali Suavi olayından sonra saraya gelmişti. Esasen sarayda başağa görevini yapmaktaydı. Bu görevinde yetkisi pek fazla değildi. Fakat uhdesine saray memurluğu verilince birden bire vaziyeti değişti. Hem de o kadar değişti ki adeta Mehmet Ağa’ya rahmet okutacak hale geldi.

Hiç birimize göz açtırmıyordu. En basit bahanelerle hepimizi haşır haşır haşlıyordu.

Bir gün küçük kızlardan biri kapının deliğinden dışarı bakarken Beşir Ağa’nın gözüne ilişmiş. Bu sarayda önemli bir sorun haline geldi. Türlü türlü tefsirlere uğratılarak akla ve hayale gelmeyen sebeplere atfedildi. Hatta:

“Murat Efendi firar etmek istiyordu. Avluda kimsenin bulunup bulunmadığı, bu küçük kıza gözettiriliyordu” diye Sultan Hamid’in evhamını celbederek bir iftiraya bile sebebiyet verdi.

Birkaç gün saray yeni bir baskı çemberi içinde girdi. Bu birkaç gün sonra da kapılarda ve sofalarda, harem ağalarının:

-“Destur!.. Destur!..” sesleri işitildi.

Ağaların arkalarından bir takım ustalar, ameleler geliyorlardı. Bunların sırtlarında da büyük büyük yekpâre demir kapılar vardı.

Bu ustalar, sıkı bir kontrol altında derhal işe başlamışlardı. Hem deni ve hem de kara tarafındaki yaldızlı kapıların arkalarına bu demir kapıları koymuşlardı.

Efendimiz ( Sultan Murat) bu gürültüyü işittiği zaman son derece telaş ve merek etmişti. Fakat mesele kendisine anlatıldıktan sonra, yine kendisine sükûnet gelmişti.
İş bitip te ameleler çekildikten sonra Efendimiz Üçüncü kadın Filistan Kadın Efendi’ye:

-“Git, bak bakalım. Ne yaptılar?” dedi.

Kadın Efendi, koca demir kapıları görür görmez o kadar müteessir oldu ki ağlamamak için kendini güç zapt edebildi. Fakat vaziyeti tevil etmek istedi de üzmemek için:

-“Aslanım!.. Eski kapılar çürümüş. Belki bir saldırı olur da bu kapılar mukavemet etmez diye başka kapı koymuşlar” dedi.

Fakat Efendimiz, bu sözlerden ikna olmadı:

-“Gidelim, biz de görelim” diye Filistan Kadın Efendi ile kapılara gitti. İkisini de muayene etti. Sonra acı acı gülerek:

-“Mesele senin dediğin gibi değil Filistan. Bizi adeta diri diri mezara gömüyorlar” dedi. [1]

Bu kapılar Efendimizi çok müteessir etmişti. Hepimiz biliyorduk ki bu iş, Beşir Ağa’nın marifetiydi. O günden itibaren bu adama karşı kalbimizdeki nefret bir kat daha artmıştı. Artık:

-“Allah şu herifin gözlerini kör etsin” bedduası hepimizi dilinde dolaşan bir dil duası haline gelmişti.

Şimdi tekrar güleceksiniz. Ne gariptir ki Allah, sanki bu dualarımız kabul etmişti. Aradan çok zaman geçmeden bu adamın gözlerine kara su inmişti. Artık olur olmaz şeyleri göremez bir hale gelmişti.

Fakat çok kurnaz bir adamdı. Bu körlüğünü hiç kimseye hissettirmemeye çalışırdı.

Kalfaların çarşıdan istedikleri şeyler bir kâğıda yazılır, usulen Beşir Ağa’ya verilirdi. Ancak onun kontrolünden geçtikten sonra çarşıya adam gönderilirdi. Artık, öyle bir zaman gelmişti ki Beşir Ağa bu kâğıda yazılı olan şeyleri bile göremez olmuştu.

Tıpkı bizim gibi onun şerrinden yılan ağalar, artık onunla eğlenmeye başlamışlardı. Ağaların en genci olan Cafer Ağa bir gün onun karşısında kıvıra kıvıra bir çiftetelli oynamıştı. Eğer Beşir Ağa’nın gözleri bunu görmüş olsaydı, zavallı Cafer Ağa mutlaka derhal Medine’ye sürgün yolunu tutardı.

Beşir Ağa’nın derdi bu kadarla da kalmamıştı. Kudurmuş gibi bir takım haller göstermeye başlamıştı.

İş bu dereceye gelince Ağa’yı bir odaya kapamışlardı. Artık tamamen kuduran Ağa’nın kendi kollarını, bacaklarını ısıra ısıra kanlar içinde kaldığını söylüyorlardı. Nihayet günün birinde onu da odada ölü bulmuşlardı.


( Bu yazı, Ziya Şakir’in “Çırağan Sarayında 28 Yıl, Beşinci Murad” adlı eserinden istifadeyle hazırlanmıştır.)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[1] Bu demir kapılar Yıldız Sarayı’ndaki demirhanede yapılmıştır. Aynı atölyede çalışan ve kapıların yapılması işinde kullanılan Bahriye yüzbaşılarından Turhan Efendi:-“Canım bu kadar ehemmiyetle yaptırılan bu demir kapılar acaba ne olacak?” diye sormuş. Fakat ustabaşı: -“Sus! Böyle işlere karışma” diye Turhan Efendi’yi susturmuş.

Kenan TOKGÖZ

Kenan TOKGÖZ

VEFA VE ADANMIŞLIK: YENİDEN İBADETE AÇILAN KEMERALTI CAMİİ ÜZERİNE BİR GÖNÜL YAZISI...

SÜPER LİG PUAN DURUMU

Puan Tablomuz Otomatik Güncellenmektedir.