İbrahim YILDIRIM

[email protected]

YABANCI GÖZÜYLE – II

Her insanın hayırhah bir dosta ihtiyacı vardır. Hz. Ömer’in “benim hayırhah dostum beni yüzüme karşı öven değil, hatalarımı ve yanlışlarımı yüzüme söyleyendir” dediği meşhurdur. Toplumun her kademesindeki insan buna ihtiyaç duyar. Çünkü kişi kendisinin hatalarını göremez. O nedenle dışarıdan bakan bir yabancının bizi değerlendirmesini önemsiyorum.

Bu başlık altında daha önce yazdığım yazıya ilaveten bu ikinci yazım da aynı derecede öneme haizdir.

Paul Fesch, gazeteci ve araştırmacıdır. Sağcı bir politikacı heyecanlı bir Fransız milliyetçisi, iyi bir Katolik belki de ılımlı bir monarşisttir.

Paul Fesch, İstanbul’a gelmiş ve bir süre kaldığı İstanbul’da, Avrupalılar ve rejim karşıtı Türklerle görüşmüştür. Fransa’da, Jön Türklerle ve özellikle Prens Sabahattin’le yakın ilişkilerde bulunduğu yazılarından anlaşılmaktadır.

Kasım 1907 de yayınladığı eseri Erol Üyepazarcı tarafından tercümesi yapılarak 1999 yılında Pera Turizm Tic. Aş. tarafından “Abdülhamid’in son Günlerinde İstanbul” adıyla yayınlanmıştır. Kitap 697 sayfadır.

Sayın Erol Üyepazarcı, yer yer kitaptaki değerlendirmelere dipnotlarıyla açıklık getirmekten kendisini alamamıştır.

Kendisinin ifadesiyle sübjektif bulduğu bu değerlendirmeler yanında eserin o dönemi anlatan bir kaynak olması nedeniyle çevirisini yaptığını ifade etmektedir. Aşağıdaki Türklerle ve Sultan Abdülhamid’le ilgili değerlendirmeler bu eserden alıntılanmıştır. Kitap her ne kadar “Abdülhamid’in son günleri” diyorsa da Osmanlı Devletinin son günleri demek daha uygundur. Zira bir Cihan Devleti olan Osmanlı’nın yıkılışa giden halini anlatması açısından siz değerli okuyucularımın da ilgisini çekeceğini ümit ettiğim yazıyı arz ediyorum:

“Demetrius Georgiades şöyle diyor[1]:

“ Osmanlı her zaman memurdur. Bu onun rüyasıdır. Kendisine az maaş verileceğini ve bu maaşı da çoğu zaman alamayacağını gayet iyi bilir; her yıl maaşının üçte ikisinin ödenmemesini bekler; buna karşı hiçbir şey yapmaz.
Onda yönetimde olmak isteği vardır. Çünkü bu boş gururunu okşar ve tembelliğine uygun gelir ve de özellikle bu davranış bir başka olayla da çok ilgilidir. O da Hazine-i Hassa’nın yani padişahın giderlerinin açgözlü ve doymak bilmez isteklerini karşılamak için kamu hazinesinin talan edilmesi olayıdır. Fransa’da Türk memurunun niteliği olan tembelliğin derecesini hayal etmek bile olası değildir.

Devletten geçinmek Türk’ün idealidir. Özel yaşamında o kadar sade, kanaatkâr, şerefli, mütevazı ve uysal olan Türk, en ufak bir kamu görevlisi olduğu andan itibaren; o kadar kibirli, saygısız, saldırgan, despot, açgözlü ve rüşvetçi olur. Artık onun hareketlerini yöneten iki etken; ölçüsüz ve frenlenemez bir güç hırsı ve büyük bir para düşkünlüğüdür. Yarınına güvenmediği için, hiç sarsılmaz bir şekilde “Benden sonra tufan” ilkesine inanır. Onun iktidar sahibi olduktan sonra tek meşguliyeti, Devletin parasını kendisi ve adamlarının yararına yağlamak, idari görevleri en yeteneklilere değil, vicdanları satın alabileceklere dağıtmaktır.

Bir başka anlatışla; kendi kişisel yararları açısından, insanı isyan ettiren adi menfaatleri açısından; ne zihinsel yetenek ne girişimci kişilik, aradığı nitelik değildir; aradığı tek husus amirlere kesin itaattir. Dümenin başındaki Türk, öyle bir kasılma ve çalımla hükmeder ki bunu anlatmak olanaksızdır. Bu davranış biçiminde de hiçbir şekilde vaz geçmez.

Osmanlı memuru ister Türk, ister Rum, Ermeni Yahudi veya Avrupalı olsun makamını haksız ele geçirmiş bir asalak ve çanak yalayıcısıdır, genel olarak da insanlığın en aşağılık örneklerinden biridir.

Bu aşağılık sınıfın elinde ezilen, köleleştirmenin en iğrenç uygulamalarına maruz kalan halk ise sürekli olarak en korkunç şekliyle aşağılanmaktadır. Bu durumun kaçınılmaz sonucu ise egemen sınıfın zihinsel ve ahlaki açıdan alçalmasıdır. Onların kötülüklerinin nedeni olarak sayılarının çokluğu gösteriliyor. Bu dev boyutlara varmış ve sayıları sonsuza giden yönetimsel örgütlerin her memurunun aylığına bütçeden para bulabilmek güç olduğundan, Hazinenin içinde bulunduğu zor durum söz konusu edilerek onlara en alt seviyede aylıklar verilir. Hazine onlara ödeme yapmakta aciz kalınca; onlara gelirlerinin yetersizliği, yönetilenlerin sömürülmesi, onlardan rüşvet alınması, zimmete para geçirme ve vurgunlarla karşılanır.”

Sonuçta Osmanlı İmparatorluğu, iyi yönetim ve ülkenin kalkınmasından sorumlu olması gereken memurlarının elinden aksine sürekli olarak onu köstekleyen darbelere maruz kalır. Hiçbir ayırım yapılmaksızın, en küçüğünden en büyüğüne bütün memurların Yıldız’da patronları vardır ve onlara belirli haraçları vermek zorundadırlar. Mevkilerini elde edebilmek için, bütün memurlar, iktidarın çeşitli kademelerinde bulunan koruyuculara başvurmak ve borçlu olmak zorundadırlar. Onlar bu borçlarını ya ödemişlerdir ya ödeyeceklerdir.[2] Eğer baştan ödemişlerse, keselerinden çıkan bu paranın tekrar geri dönmesi için bütün yollara doğal olarak başvuracaklardır. Eğer ödememişlerse; vade bitiminde başlarından aç kurt gibi bekleyen alacaklılarına borçlarını ödeyebilmek için acımasız olacaklardır. Bu dikkati çeken nokta da insana ters gelmesine karşın; koruyucunun rütbesi arttıkça, memurun daha sert ve daha kalpsiz olmasıdır.

Yalnızca alt görevlilerin, mevkilerini elde edebilmek ve koruyabilmek için bu tip girişimlerde bulunduğu gibi bir zanna kapılmamalıdır. Yıldız Sarayı büyük bir pazardır ve orada her şey açık artırma konusudur; adalet, imtiyazlar, silahlar, kadınlar, mevkiler ve madalyalar orada satılır ve alıcı bulur. Mezatta bazen fiyatlar çok yükselir; bütün bu pazarlıklara nezaret eden ve toplam parayı kasasına atmasa da en azından en büyük komisyonu cebine atan tek mezat sorumlusu ise, Majesteleri Padişah Sultan II. Abdülhamid Han’dan başkası değildir. Bu yöntemi keşfedenin o olmadığını iyi biliyorum, ama onu özellikle mükemmel bir sistem haline getiren kendisidir.”

James Baker’in söyledikleri bu kadar. Bu durumu açıklayacak başka bir tanım yoktur:

Sultanların dalkavuklarının, casuslarının ve haremlerinin gereksinimlerini karşılamak için inanılmaz derecede çok paraya ihtiyaçları vardır.”

Bu durum Abdülhamid’de bir ihtiyaç olmaktan da öte bir büyük bir açgözlülük ve sahip olma isteğidir. Onunki bir açlık duygusunu bastırmak değil oburca yemek istemektir. Her şeye onun sahip olması gerekir; çünkü kendisine hizmet eden sayısız yaratık için çok masraf yapmaktadır.

Bu ihtiyaçlar onun şeytanca hesaplar yapmasına neden olmaktadır. Onun nazarında bütün memurlar zorunlu olarak kullanılacak yaratıklardır. Eğer onlardan biri iyi çıkarsa; yani casusluk görevini iyi olarak yerine getirir ve en az şikâyete neden olursa; o mevkiinde tutulacaktır. Böyle kişiler diğer taraftan kendi altlarını ezerler, gerektiğinde onlara eziyet ederler; çünkü altlarına memuriyetleri satarken karşılığında hizmetlerini satın almışlardır. Bunların haraç aldıkları Saray tarafından bilinir; zaman zaman onlar uyarılırlar ve sıkıştırılırlar; o zaman onlar da memnun olmamakla haklı olan Efendi’lerini yumuşatmak için haraçlarını iki kat veya çok daha fazla artırırlar. Yani haraçlar ödenir ama bu da yeterli değildir. Görevlerine ancak mevkilerine göz diken ve orası için daha iyi bir fiyat ödeyen yeni bir adam çıkıncaya kadar devam edebilirler. İşte bundan dolayıdır ki görevlerini kötüye kullanan yargıçların sayısı Türkiye’de olduğu gibi hiçbir ülkede rekor seviyesinde değildir.

Türkiye’de büyük ölçüde hırsızlık yapanlar cezadan kurtulur; büyük hırsızların masumiyetine inandırmak için küçük çapta hırsızlık yapanlar cezalandırılır.

Bu cezalandırma da bir çeşit para kazanma yolundan başka bir şey değildir. Gerçekten de Padişahın emriyle; yerel yöneticiler görevlerini kötüye kullandıklarından dolayı yargıya verilen memurlara, hapse girmeyecekler ama yalnızca bir teminat akçesi vermeleri gerektiği hususunda bilgi verirler.  [3] Böyle bir kararın amacı hemen anlaşılır. Bu yatırılan teminat akçesi hiçbir zaman geri ödenmez; zaten suçlular da yargılanmaktansa bu yatırdıkları teminat akçesinin yanmasına razıdırlar ve yargıçlar da bu akçeyi bir kısmını Yıldız’a gönderdikten sonra yanlarında alıkoymaktan başka bir şey istemezler.[4] Yalnızca yeterli maaş alamayan ve çürümüş memur egemenliğinin kurbanı olan yönetilenler dışında; herkes mutludur.”

“Mevkilerin para ile alınması, memurların rüşvet alması ve maddi açıdan bozulmaları, merkez iktidarın haraç alması, hükumet tarafından satılan veya onun iznine bağlı olan her şeyden komisyon alınması; bunların hepsi “Bahşiş” adı altında toplanabilir. Bu görüldüğü gibi; rüşvetin komisyonun, yüzde almanın, hırsızlığın, şantajın, memur sultasının hiçbir şekilde eksik olmadığı bu korkunç yaranın, kötü kokulu bir bileşimidir. Bu davranış biçimi ne yazık ki sıradan halka kadar yayılmıştır; çünkü elini size uzatıp dilenen fakir bile Fransızca “Un Petit Bakchiche”[5] demektedir.

Bahşiş bu ulusun bütün yaşam kaynaklarını zehirlemekte ve git gide anlamsız bir korkunçluğa bürünmektedir.”[6]


[1] Demetrius Georgiades, La Turquia Actuelle

[2] Deutsche Zeitung, Viyana, 23 Ocak 1907: “ Taşradaki Türk Valiler, birkaç istisna dışında, aynı görevde nadiren uzun kalırlar. Zaten bu görevler layık olanlara değil, saray partisinin bazı gözdelerine veya en iyi ücreti ödeyen bir adaya verilir. Valiler arasında değerli kişilerden çok, şüpheli kişiler vardır. Bu görevleri kabul edenler doğal olarak, karşılıklı ilişkilerin yararına toplamak zorunda oldukları parayı en kısa zamanda elde edebilmenin yolunu ararlar ve bun için de nereden bulurlarsa oradan parayı zorla alırlar. Bu da kaçınılmaz olarak keyfiliğin yolunu açar ve kötü yönetim şikâyetleri susmak bilmez.”

[3] Courrier de Sophia, 1 Şubat 1907

[4] Paul Fesch’in dönemin adli örgütü hakkında toptan karalama şeklindeki saptamalarının doğruluk derecesi kanımızca epeyi düşüktür. (Çeviren, Erol Üyepazarcı)

[5] Bir küçük bahşiş

[6] Paul Fesch, Constantinople aux derniers jours d’Abdul-Hamid, Paris -1907 Sayfa 438-444

SÜPER LİG PUAN DURUMU

Puan Tablomuz Otomatik Güncellenmektedir.